8 Aralık 2017 Cuma

     Ne çok yüzlerimiz var hayret, yalnızca bir kişilik insanlıklarımızda
     Ve sizin ne çok yüzleriniz var, sanırım benimkilerden biraz fazla
     Çatılmışken bir yüzünüzün kaşları uğradığım haksızlığa
     Bir diğeri öpücük yollamakta haksızlığı yapana
     Öyleleriniz var ki, öyleleriniz mesela
     Bir yüzü ömrümce dost, hayat arkadaşıyken bana
     Kimbilir kaçıncı yüzü bomboş bakmakta, inkardan kapkara
     Elbet biliyorum, değil kastınız bana, öz varlığıma
     Sizinki bir oluş işte, öyle, düşünmeden, bodoslama
     Bilmesem birbirinize karşı da böylesiniz, üstüme alınırdım da
     Çok yüzlülükteki adaletiniz, içimde düşmanıma bile merhamet yaratmakta
     Neyse ki, bu zulümden herkes nasibini eşit
   
Kaybolmuş, hükümsüz hayatlar var
Bazen senetle satılmış, geri alınamamış
Bazen koyduğun yerde bulunamamış
Ya da öyle fırlatılıp atılmış
Ve pişmanlığı eski sahibinin alnına kazınmış

Küsmüş, mecaz bu ya, ölmüş hayatlar var
Bazen boynundan asılmış
Bazen çok kötüler kandırmış
Ya da öyle iblislerin önüne doğranmış
Ve eski sahibi celladına belinden bağlanmış

Kaybedildiğine üzülmemiş gibi yapılan
Sahte gösterilerin altındaki acılı kıvranışlara aldırmayan
Hiç unutulmamış,
Ama kalp dayanmadığından adı anılmayan
Çalınmış, satılmış, küsmüş, mecaz bu ya; ölmüş hayatlar var

11 Kasım 2017 Cumartesi

Sahne

Hangi şehirdi, kaç yirmi yıl önceydi
Aklım hangi aşkıma takılıydı bilmem
Gözüm camın ötesine
Dışarıdaki karanlığa yağan kara ilişik
Uzun uzun şarkı söylemişliğim var benim

Lambalarla aydınlatılmış
Bazen de aydınlatılmamış yollardan
Gece gece, uzun uzun gittiğim
Yabancısı olduğum uzaklarda
Uzaklarda bir yerlerde...

En yaban elde bile
Kendini içindeyken evinde hissettiğin
Adına sahne derler; üç metrekarede...

Bir "Gitarcı" Taylan var
Soluk, kopuk anıların içinde
Belki hala Ankara'da, ya da kimbilir nerede

Şimdi çoktan gelmiş olan geleceğimin
Bin kat güzelini o gece hayal ederek
Bulmuş olduklarımı hiç ummadan
O zamanlarda bile hüzünlü
Ama coşkun bir iyimserlikle
Uzun uzun şarkı söylemişliğim var benim
Bir gece, uzaklarda bir yerlerde
Gözüm camın ötesine
Dışarıdaki karanlığa yağan kara ilişik...

31 Ekim 2017 Salı

Bendir

Üşünmeyecek kadar serin bir gecede
Ay ışığında bir tek, bir tek bendir çalınsın
Ve herneredeyse o ömre beklenen
Hani o hiç gelmeyecek olan
Duymasın ama, üzerine alınsın


24 Ekim 2017 Salı

Yanlış Anlamayın

      Kamuoyunun hakkımda yamulduğu bi' takım konuları bi' kez daha aydınlatmak, öngörülenin aksine nasıl bi' insan olduğumu anlatmak ihtiyacı duydum birden... Hiç sebepsiz yere, öylesine...

     Evet Şivas... Bir tür fiski olduğunu bilirim ama zerre alakadar olmam kendisiynen... Ve fekat, Şivas'ın yanında elmadır, çikilyetadır, efenime söyliim çam(!) fıstığıdır, varsa eğer, çok pis yerim. Hele de karnım açsa dolar dolar boşalır o küççücük şık tabacıklar. Hiç utanmam. Öyyle tiskinilesi bi' şekilde yerim bunları ben... Fiskiyi ellemem ama. "Keşke bu Şivas'ın parasıyla da çam fıstık alınmış olunsaydı" diye geçiririm içimden sinsi, ürkek...
     
     Teknede yemek de yiyemem mesela ben... Sallanır mallanır, allah maafaza, cânım teknenin en lüks yerine kusarım. Zaten İstanbul'da, leş gibi bi' denizde diğerleriyle kıç kıça bağlanmış bir fiber, metal ve plastik yığınından müteşekkil bir nesnenin içinde yemek yemenin keyfini de ben hiç bilmem, anlamam... Aklım ermez, görgüm yetmez...

     Bir dinim ya da adetine göreneğine haiz olduğum bir köyüm olmamasına rağmen, doğuştan konservatif bi' tabiatım var. Mesela, Nişantaşı'nda ya da "CADDE"de kahve içmeden günlerce yaşayabilirim. Ha, sabah çay içmezsem nevrim döner ama bak...

      Kendimi yaşayan son "Türkiyeli" gibi hissederim bazen... Öyle kahveye Arjantinli'den, şaraba Fransız'dan çok düşkünlüğüm yoktur. Elimde şarap kadehiyle "dertleşemem", dikkatim dağılır da, derdimi unuturum mazallah. Her marka, her mahsül, her tevellüt şarap için tek bir fikrim vardır : "ekşi"
     
      Elli bin liralık araba benim için lükstür. Yüz bin lirayı geçenlerin adlarını bilmem, üç marka zor sayarım. Dünyanın en değerli arabası bana göre Bıdık'tır. Matematiksel olarak kavrayabileceğim en büyük para bi' milyondur, üstünü hafsalam almaz, ona da milyon değil, trilyon derim üstelik, hala...

      Velhasıl, bu şekil "afilli janjanlıklar"ın hayranlık, hesap, kitap, özenç, sevinç, hayal gibi duygusal ya da zihinsel karşılıkları yoktur bende. Amman kaçırmıyım, üstüne atlıyım, kuyruk sallıyım gibi devinimsel karşılıkları da... İnsan severim, hayvan severim, tembellik, keyif severim, soğan sarımsak severim, eğlence, süs, elbise falan severim ben...

     Öyle yani...

19 Ekim 2017 Perşembe

Arabesk Söylemek

     Komalı ezgiyi seslendirmeyi bırak, duyamıyorum bile kardeşim!..Ferdi Tayfur söylüyo, ben tekrar etmeye çalışıyorum bi' pasajı. Kırık dökük, orantısız bi' merdivenden 15 pont çivi topuklu ayakkabımla, gözlerim kapalı aşağıya inmeye çalışıyo gibi hissediyorum. Önceki hayatımda ortaçağda papaz mıydım, Evropa illerinde düşes miydim, göbeğimi tempere makasla mı kestiler, büyük büyük dedem su orguna mı işedi, Kızılordu korosunun içine girdim de bakire mi çıkamadım, ne olduysa artık, şu şarkıları söyliyemeden göçüp gidicem bu dünyadan. İnşallah bi'daa'ki sefere de Finlandiya'da arabesk gırtlağıyla doğmam...

10 Ekim 2017 Salı

Boşanma

     Yıllar önce bir ekim sonu... Belki de kasımdır, bilemedim şimdi. Hava kararmaya yüz tutmuşken tam, hoca da bir ezan tutturuyor. Akşam ezanı, belki yatsı... Anlamam pek... Derin bir endişe bütün bedenimi kaplıyor. O anda artık ayakta durmamın mümkünü yok. Hızla pencerenin kenarına gidiyor, karyolamın kenarına ilişiyorum. Kurtuluş'ta bir dördüncü kat.... Arka cephe... Gözlerim bakımsız balkonlarda gezinirken, içimden, yok, belki de yüksek sesle, "bundan daha mutsuz olunamaz ki" diyorum. Kimbilir, dememiş de olabilirim. Bunlar hep Amerikan dizilerinden kaptığımız özenti haller... Ama his net... Daha önce hiç olmadığım kadar mutsuz olduğumu hissediyorum. Çılgınca korkuyorum.

     Sancılı süreçler bitmiş, boşanma gerçekleşmiş. Kendi istediğim, çok istediğim boşanma... O, evden her şeyiyle gitmiş. "Nekahat dönemi"nin bitmiş olduğunu düşünmüş olsa gerek ki, annem de başımda tuttuğu nöbetini tamamlamış ve Ankara'ya dönmüş. 

     Ayrılmaya çalıştığım süre içinde nasıl da farkedememişim bunu. Hayatımdan gönderdiğim yalnızca geçinemediğim bir koca değil; on dört yıllık can yoldaşım, bildiğin çocukluk arkadaşım... Evlilik kısmı yedi yıl sürmüş dev bir ortaklık, adeta bir "çift yumurta ikizliği", delice bir ekip çalışması...

     Paylaştığımız korkularımız gitti, güldüğümüz espriler gitti, birlikte yaptığımız komik danslar gitti, uydurduğumuz kelimelerimiz gitti, gelecek planlarımız gitti... O... Gitti...


     Parmaklarım güç alırcasına tuttunduğum yatağa geçiyor. Dişlerimi ve boynumu sıktığımı hissediyorum. Ağlayamayacak kadar gergin olduğumdan, oturduğum yerde hafifçe öne ve geriye sallanıyorum. Çünkü hava kararıyor, çünkü kış geliyor, çünkü ezan okunuyor... Acı ve endişe artık soyut kavramlar değil. Biçimsiz hatlarına dokunabiliyor, gri ve siyah renk geçişlerini görebiliyorum. Aldığım koku genzimi yakıyor. Ve ben, nasıl ifade edeceğimi yıllar sonra bir arkadaşımdan öğreneceğim "kuyu"ma düşmeye başlıyorum. Hızla, derine, dibe, en dibe doğru... Aile hayatımdan direk geçiş yaptığım evlilik hayatımın bitiminde, hayatımda ilk kez mutlak yalnızlıkla yüzleşiyorum. Arapça kelimeler ve hocanın yanık sesi kulağımda değil, midemde dönüp duruyor... Her şey -öyle- tanıdık... Tıpkı babamın ölümü gibi... Hayır, "gibi" değil... Korkarım babam tekrar ölüyor...

4 Ekim 2017 Çarşamba

Becayiş



      "Öğretmen olmayacağım" diye parçalıyorum kendimi ama nafile... Annem, öğrenciliğim boyunca "şarkıcılık" yapmış olmam nedeniyle öyle endişeli ki, bu sürece son vermek için yüksek tansiyon krizleri dahil bütün kozlarını oynuyor. Ve ben, bir anda, kendimi ilk ataması Gaziantep'e çıkmış bir müzik öğretmeni olarak buluveriyorum. Gerçi içim rahat... Annem biricik kızını ta oralara gönderecek değil ya... Kapandı bu iş diyorum kendimce...

      Ama benim canım anneciğim, durur mu?.. Ben bu konuyu tamamen unutmuş, henüz her anlamda meydanın boş olduğu Ankara müzik piyasasında haketmediğim kadar çok para kazanıp işten işe koştururken, annem de hergün İl Milli Eğitim Müdürlüğü'nde... Var bi' telaşı ama pek oralı olmuyorum, bi' şeycik çıkmaz diye... Meğer bizimki öğrenmiş ki, becayiş diye bi' şey var... Arabalar, altınlar, dolarlar, marklar karşılığında görev yerleri değiş tokuş ediliyor!..

      Akşamüstü sevinçli bir telaşla eve gelen annem, "hallettim, becayişle Antakya'ya, kayınvalidenin yanına gideceksin, benim de içim rahat edecek" diyor... Antakya?.. Kayınvalide?.. Nişanlımın İskenderun'da yaşayan ailesinden sözediyor olsa gerek, şoktayım!.. Bütün itirazlarım annemin kalp krizi ve felç tehditlerine çarparak un ufak olup sonsuzluğa dağılıyor; "sen beni öldürecek misin!!!!"... Öldürmeyeceğim elbette. Babamı kaybedeli henüz yedi yıl olmuşken, bir de annemi nasıl öldürürüm?!..

      Gece boyunca annelerim(!) arasındaki telefon trafiği durmuyor ve ben ertesi sabah İl Müdürlüğü Binası'nın ilanlarla dolu duvarının dibinde, görev yerlerimizi değişeceğimiz öğretmen arkadaşımı bekliyorum. İnandığım ve inanmadığım her şeye şükürler olsun ki, kızcağız gecikiyor. Hiç unutmadığım o saniyede, yüzümü birdenbire duvara dönerek, tamı tamına önünde bekliyor olduğum, tamı tamına göz hizamdaki ilanı okuyorum: "İstanbul verilir, Gaziantep alınır"...

      Bulduğum ilk telefon kulübesinde, nefes nefese numarayı çeviriyorum. Kimbilir ne isteyecekler benden... Büyükşehirleri genellikle sıfır araba karşılığında verdiklerini biliyorum, endişeliyim. Telefon Antep'ten açılıyor. Sesinden akranım olduğunu tahmin ettiğim kıza kim olduğunu bile sormadan söze giriyorum; "Hiç param yok ama yeni nişanlandım! Altın taktılar! İlk etapta bütün altınları veririm, sonra da taksitle ne istiyosanız öderim! Senet yaparız! Benden önce arayan oldu mu? Kimseyle anlaştınız mı?"...

      Zavallı kız şaşkın... Antep'li olduğunu, memleketinde, ailesinin yanında görev yapmayı çok istediğini, durumlarının "çok şükür" gayet iyi olduğunu, ve benden bir kuruş bile istemediğini anlatıyor. Hemen bir uçağa atlayıp gelmesini, masraflarını karşılayacağımı ve evimde ağırlayacağımı söylüyorum, yine nefes nefese... Bu jestimi bile kabul etmiyor ve ertesi gün buluşmak üzere sözleşiyoruz...

      Annem öfkeli, gözleri ağlamaktan şişmiş. Annelerim(!) ve yakında "müstakbel birinci kocam" olacak "yedek subay" nişanlım yine gece boyunca telefon trafiğinde. Herkes kırgın, herkes kızgın. Bi' ben mutluyum!.. Nisbeten bildiğim, tanıdığım, aile bağları nedeniyle bir ayağımın orada olduğu, kütüğümün bulunduğu; üstelik şarkı söylemeye devam edebileceğim bir şehre gidiyorum... E haberi alalı saatler geçtiği halde annem de ölmemiş?!..

     Sonra mı?.. Nişanlıcağzımla evlenip, İstanbul'da sonsuza kadar mutlu mesut yaşadık... desem... inanacak mısınız? 😸

27 Eylül 2017 Çarşamba

Tiki Lohusa

     Nişantaşı "tiki lohusa"ları var gencecik... Belli ki çok çok iki nesildir zenginlemiş ailelerin tüm imkanlara rağmen okumamış, okuyamamış kızları... Yirmibeş yaşında yok, belki yirmiiki, belki yirmiüç... En son model filanca arabaya, bilmemne marka falanca ayakkabıya heves ettiği gibi belli ki evliliğe de heves etmiş; artık güzellik salonunda okuduğu gelin dergilerinde neler gördüyse...

     Lohusalık şişkinliği elmacık protezlerine karışmış. Kısa bacakları irileşmiş kalçalarını güçlükle taşıyor. Henüz evlenmemiş yaşıtları gibi tabii ki onun kaşları da dövme, tabii ki onun dişleri de porselen. Üzerindeki her şey baştan ayağa marka, tartışmasız "trendi", koşulsuz "ciks"... Arkalarından gelen uzay (Nasa veri toplama) aracına benzer bebek arabasını egzotik suratlı bir "neni" itiyor. Kızın yanında yürüyen liseliden bozma baba, muhtemelen aynı yaşlarda oldukları halde şimdiden daha genç görünmeye başlamış. Baba mutsuz, baba sıkılmış, baba gergin... Belli ki gidesi var. Eli kulağında... Bir yıl daha ya durur, ya durmaz...

     Şimdi sanıyosunuz ki, bi' tane gördüm de yazdım bunları... Yok.. Yeni trend bu, çok var...

25 Eylül 2017 Pazartesi

Mesela

      Öyle, toplasan yılda bi'kaç kez votka ya da cin değil de, sık sık, en azından her denk geldiğinde duble duble rakı içen bi' kadın olsaydım... Bulduğunda viski, üstüne bilmemne "şat"... Uzuuun uzun oturabilseydim mezeli içki sofralarında hiç sıkılmadan... Etrafta kedi bulup oynamadan, yan masadaki bebeği sevmeye çalışmadan...
     Kadın gibi kadın olsaydım, ağır ve vakur... Yanına yanaşılmayan, kolay kolay gülmeyen, her düşündüğünü söylemeyen... Bütün gece "komik bi' şey olsa da gülsem" diye bekleyeceğine, asil bir suskunlukla arada bir omuzlarına aldığı trençkotunu düzelten... Masadakilere onayını en ağırdan satan... Herkesin güldürmek ve konuşturmak için uğraştığı, normal saçlı bi' kadın olsaydım mesela... Rakıları, viskileri iri yudumlarla yuvarlarken yüzü hiç buruşmayan, o esnada ilerleyen saatlerde yiyeceği tantuninin hayalini kurmayan... Aklındaki fikrindeki tek soru "burda ne tatlı vardır acaba?" olmayan... Hayatını insanların değil, elle tutulur sağlam zeminlerin üzerine kuran... Hesaplarını gülücüklerle, öpücüklerle değil; bildiğin sayılarla, rakamlarla yapan...

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Bodrum'da... Şarkı söylerken...

Üç ayaklı kedi var, sıçrar gibi yürüyen... Mavi-gri ve beyaz alacalı, kocaman gözlü... Her gece iş dönüşü kapıya kadar beni saklana saklana takip eden, yakalandığında gözümün ta içine, en derinlerime delercesine bakan... Ben içeri girinceye kadar sesini çıkarmayıp, sonra miyavlamaya başlayan, ne demek istediğini anlayamadığım...

Engelli arabasını bir kadının ittiği, büzülebileceği kadar büzüşüp, tuhaf, karmaşık bir şekil almış, güzel gözlü genç kız var, bizim dükkanın(!) önünden geçen...Beden dilinin kasılma ve kargaşadan ibaret olduğunu sandığım...Tâ ki, sahneden salladığım elimden kurtulan sevgiyi havada yakalayıp öpücükle karşılık verinceye kadar...

Onlar, aynı gezegeni ve zaman dilimini paylaşmaktan memnun olduklarım arasındalar...

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Şarkıcı

      Önce ben boyanırım, sonra ışıklar... Her yerde rengarenk duygu parçaları... Şarkıdan şarkıya geçtikçe etrafa saçılıveren... Işıklı pembeye boyanmış biraz heves, bir sandalyenin üzerinde... En son hayal kırıklığım maviye boyanmış, ön masadaki kadının boynunda dansediyor... Ve beyaz gömlekli adam yerdeki bir parça yeşil özlemin üzerine basacakken son anda duruyor... Gözleri gözlerimde, tüm nezaketini takınmış, bir şeyler söylüyor bana... Anlamıyorum, kulağıma doğru eğiliyor... Parfümü mosmor, burnuma doluyor... Eşinin şarkısını elbette söyleyeceğimi bildiriyorum sarı bir nezaketle... Yüzünde açık turuncu bir minnet... Benim makyajım bozuluncaya ve son renkli ışıklar da sönünceye kadar burda yaşayacağız, onlar ve ben... Sanki gerçekmişiz gibi yapacağız bütün bu süre boyunca... Son çizgilerimiz silininceye kadar... Bu bizim sırrımız... Aslında sizin de...

8 Ağustos 2017 Salı

TOST

En sonunda kız caddenin ortasına dizlerinin üzerine çöküp ağlamaya başlayınca bittiğini düşündük. Neyse ki bitmemişti. Tekrar kalkarak polis arabasına saldırdı. Polisi çağıran kendisi olduğu halde, erkek arkadaşını zorla polis arabasından indirmek istiyor, onu çekiştirirken bir yandan da polislere saldırıyordu...
     Merve, ben, karşı camdaki sakallı adam ve kedisi, dördümüz, olanları doyumsuz bir ilgiyle izliyor, bitmesini istemiyorduk. Diğer cam sakinleri ise oldukça hoşnutsuz tepkiler veriyorlardı. "Yeter artık, götürün şunları!" diye bağıran kadına nefretle baktık. İstemiyorsa pekala camını kapatıp arka odalardan birinde uyuyabilirdi. "İşgüzar" dedi Merve... Ben "salak" diye ekledim.
     Neyse ki kimse oralı olmamıştı. Genç adam hala küfürler ederek olanca gücüyle bağırıyordu, "gelsinler ulannn!!! gelsinler buraya .... koduklarım!!!".... Evet, gelsinlerdi artık! Kimdi ki acaba onlar? Keşke gelselerdi oraya, evet!.. Merve'yle kah birbirimizin omuzundan yükselerek, kah itişerek kendimize yeni görüş açıları yaratıyor, en kör noktaları bile görmeye çalışıyorduk. "Sen burda dikkatli dinle, ben tostlara bakıp geliyorum" dedi Merve... Yüklendiğim sorumluluk bilinciyle daha da kulak kesildim. "Rezil olduk abi" diyordu adam...
     Merve elinde tepsiyle döndüğünde polis arabasının kapıları kapanmıştı. Hüzünle baktık giden arabanın arkasından. Çığlıklar yavaş yavaş uzaklaşıyor, yanıp sönen ışıklar çekiliyor, sıkıcı hayatımız hızla boşalan yerlere doluyordu sanki...
     "Kaşar peyniri yoktu, sucukla labne koydum" dedi, bıkkın sesiyle... Cevap vermedim...

20 Temmuz 2017 Perşembe

      "Çaydanlıkla çay demleyelim" demiştim ilk heves... İlk aklıma gelen bu olmuştu hayatımın kendimce kimbilir kaçıncı baştan başlayışında...

     Hani kış olur, cam-pencere kapanır, ailecek içerde kalınır ya... Sıcak, sarı ışıklı, düzenli, rutin, hatta monoton, ama güvenli bi' hayat başlar bazı evlerde... Çocukluğumdan beri hiç olamadığım... O evlerde akşamları çay demlenir... Çaydanlıkla... Suyu biter, eklenir, beklenir... Huzurla ne kadar da eşanlamlı bi' enstantanedir o... Yaz sonunda, ya da olmadık zamanlarda yağmur yağınca hep aklıma gelir... Aklıma değil de, duyguma daha çok...

     Hiç demlenmedi o çay... Ve sonra yine bi' kez daha demlenmedi... Zaten mesele ne çay, ne çaydanlıkmış aslında... Hep benim kendimi kandırmalarım, boyumdan büyük umutlanmalarım... Bilemeyişlerim, tahmin edemeyişlerim... Vahşi savanalardaki naif gezintilerimmiş beni huzurdan alıkoyanlar... Sadece yanılgılarımda benim, gerçekte benden başka herkesin olanlar...