23 Eylül 2014 Salı

Müjgan Hoca

    Müjgan Hoca'nın yüz hatları incecik, asil ve güzel... Nefertiti gibi... O zamanlar kırk yaşını biraz geçkin olmalı. Sınıfı sinirlice süzüp cam kenarındaki kürsüsüne geçiyor.
 
    Kitaptan defterimize geçirmemizi istediği pasajları yazarken bir yandan da gizli gizli onu inceliyorum. Henüz ondört yaşında bile olmamama rağmen, bir şeylerin kötü gittiğinin, ve bu saçmalıkları defterimize yazıyor olmamızın gerçek sebebinin onun üzgün olması olduğunun farkındayım. Yazmaya devam ediyorum; "dönüm başına atılması gereken darı tohumu miktarı..."... Bizim neden "tarım" diye bir dersimiz var ki?!.. Hem Müjgan Hoca aslında bizim coğrafya öğretmenimiz...

    Başımı tekrar kaldırıyorum. Müjgan Hoca camdan dışarı bakıyor. Yüzünde tek bir kıpırtı yok ama sol yanağından bir damla dudaklarına kadar süzülüyor. Sonra diğerinden. Dudaklarının bile titremeyişini hayretle izliyorum. O zamanlar onun için endişelenecek ya da üzülecek olgunluğa sahip değilim. Tek ilgilendiğim şey, ağlarken bile hala o kadar kusursuz görünebiliyor olması. Hayranlıkla izliyorum onun mermerden yapılmış gibi sade ve güzel yüzünü...

    Hiç unutmadım o sahneyi ben. On yıl sonra, yirmi yıl sonra bile onun gibi ağlamayı denediğim zamanlar oldu. Üzüntümü bir kenara bırakıp yüz kaslarıma yoğunlaştım. Kaşlarım çatılmadan, dudaklarım titremeden, hıçkırmadan, Müjgan Hoca gibi ağlamaya çalıştım. Hiçbir zaman başaramadım.