31 Ekim 2017 Salı

Bendir

Üşünmeyecek kadar serin bir gecede
Ay ışığında bir tek, bir tek bendir çalınsın
Ve herneredeyse o ömre beklenen
Hani o hiç gelmeyecek olan
Duymasın ama, üzerine alınsın


24 Ekim 2017 Salı

Yanlış Anlamayın

      Kamuoyunun hakkımda yamulduğu bi' takım konuları bi' kez daha aydınlatmak, öngörülenin aksine nasıl bi' insan olduğumu anlatmak ihtiyacı duydum birden... Hiç sebepsiz yere, öylesine...

     Evet Şivas... Bir tür fiski olduğunu bilirim ama zerre alakadar olmam kendisiynen... Ve fekat, Şivas'ın yanında elmadır, çikilyetadır, efenime söyliim çam(!) fıstığıdır, varsa eğer, çok pis yerim. Hele de karnım açsa dolar dolar boşalır o küççücük şık tabacıklar. Hiç utanmam. Öyyle tiskinilesi bi' şekilde yerim bunları ben... Fiskiyi ellemem ama. "Keşke bu Şivas'ın parasıyla da çam fıstık alınmış olunsaydı" diye geçiririm içimden sinsi, ürkek...
     
     Teknede yemek de yiyemem mesela ben... Sallanır mallanır, allah maafaza, cânım teknenin en lüks yerine kusarım. Zaten İstanbul'da, leş gibi bi' denizde diğerleriyle kıç kıça bağlanmış bir fiber, metal ve plastik yığınından müteşekkil bir nesnenin içinde yemek yemenin keyfini de ben hiç bilmem, anlamam... Aklım ermez, görgüm yetmez...

     Bir dinim ya da adetine göreneğine haiz olduğum bir köyüm olmamasına rağmen, doğuştan konservatif bi' tabiatım var. Mesela, Nişantaşı'nda ya da "CADDE"de kahve içmeden günlerce yaşayabilirim. Ha, sabah çay içmezsem nevrim döner ama bak...

      Kendimi yaşayan son "Türkiyeli" gibi hissederim bazen... Öyle kahveye Arjantinli'den, şaraba Fransız'dan çok düşkünlüğüm yoktur. Elimde şarap kadehiyle "dertleşemem", dikkatim dağılır da, derdimi unuturum mazallah. Her marka, her mahsül, her tevellüt şarap için tek bir fikrim vardır : "ekşi"
     
      Elli bin liralık araba benim için lükstür. Yüz bin lirayı geçenlerin adlarını bilmem, üç marka zor sayarım. Dünyanın en değerli arabası bana göre Bıdık'tır. Matematiksel olarak kavrayabileceğim en büyük para bi' milyondur, üstünü hafsalam almaz, ona da milyon değil, trilyon derim üstelik, hala...

      Velhasıl, bu şekil "afilli janjanlıklar"ın hayranlık, hesap, kitap, özenç, sevinç, hayal gibi duygusal ya da zihinsel karşılıkları yoktur bende. Amman kaçırmıyım, üstüne atlıyım, kuyruk sallıyım gibi devinimsel karşılıkları da... İnsan severim, hayvan severim, tembellik, keyif severim, soğan sarımsak severim, eğlence, süs, elbise falan severim ben...

     Öyle yani...

19 Ekim 2017 Perşembe

Arabesk Söylemek

     Komalı ezgiyi seslendirmeyi bırak, duyamıyorum bile kardeşim!..Ferdi Tayfur söylüyo, ben tekrar etmeye çalışıyorum bi' pasajı. Kırık dökük, orantısız bi' merdivenden 15 pont çivi topuklu ayakkabımla, gözlerim kapalı aşağıya inmeye çalışıyo gibi hissediyorum. Önceki hayatımda ortaçağda papaz mıydım, Evropa illerinde düşes miydim, göbeğimi tempere makasla mı kestiler, büyük büyük dedem su orguna mı işedi, Kızılordu korosunun içine girdim de bakire mi çıkamadım, ne olduysa artık, şu şarkıları söyliyemeden göçüp gidicem bu dünyadan. İnşallah bi'daa'ki sefere de Finlandiya'da arabesk gırtlağıyla doğmam...

10 Ekim 2017 Salı

Boşanma

     Yıllar önce bir ekim sonu... Belki de kasımdır, bilemedim şimdi. Hava kararmaya yüz tutmuşken tam, hoca da bir ezan tutturuyor. Akşam ezanı, belki yatsı... Anlamam pek... Derin bir endişe bütün bedenimi kaplıyor. O anda artık ayakta durmamın mümkünü yok. Hızla pencerenin kenarına gidiyor, karyolamın kenarına ilişiyorum. Kurtuluş'ta bir dördüncü kat.... Arka cephe... Gözlerim bakımsız balkonlarda gezinirken, içimden, yok, belki de yüksek sesle, "bundan daha mutsuz olunamaz ki" diyorum. Kimbilir, dememiş de olabilirim. Bunlar hep Amerikan dizilerinden kaptığımız özenti haller... Ama his net... Daha önce hiç olmadığım kadar mutsuz olduğumu hissediyorum. Çılgınca korkuyorum.

     Sancılı süreçler bitmiş, boşanma gerçekleşmiş. Kendi istediğim, çok istediğim boşanma... O, evden her şeyiyle gitmiş. "Nekahat dönemi"nin bitmiş olduğunu düşünmüş olsa gerek ki, annem de başımda tuttuğu nöbetini tamamlamış ve Ankara'ya dönmüş. 

     Ayrılmaya çalıştığım süre içinde nasıl da farkedememişim bunu. Hayatımdan gönderdiğim yalnızca geçinemediğim bir koca değil; on dört yıllık can yoldaşım, bildiğin çocukluk arkadaşım... Evlilik kısmı yedi yıl sürmüş dev bir ortaklık, adeta bir "çift yumurta ikizliği", delice bir ekip çalışması...

     Paylaştığımız korkularımız gitti, güldüğümüz espriler gitti, birlikte yaptığımız komik danslar gitti, uydurduğumuz kelimelerimiz gitti, gelecek planlarımız gitti... O... Gitti...


     Parmaklarım güç alırcasına tuttunduğum yatağa geçiyor. Dişlerimi ve boynumu sıktığımı hissediyorum. Ağlayamayacak kadar gergin olduğumdan, oturduğum yerde hafifçe öne ve geriye sallanıyorum. Çünkü hava kararıyor, çünkü kış geliyor, çünkü ezan okunuyor... Acı ve endişe artık soyut kavramlar değil. Biçimsiz hatlarına dokunabiliyor, gri ve siyah renk geçişlerini görebiliyorum. Aldığım koku genzimi yakıyor. Ve ben, nasıl ifade edeceğimi yıllar sonra bir arkadaşımdan öğreneceğim "kuyu"ma düşmeye başlıyorum. Hızla, derine, dibe, en dibe doğru... Aile hayatımdan direk geçiş yaptığım evlilik hayatımın bitiminde, hayatımda ilk kez mutlak yalnızlıkla yüzleşiyorum. Arapça kelimeler ve hocanın yanık sesi kulağımda değil, midemde dönüp duruyor... Her şey -öyle- tanıdık... Tıpkı babamın ölümü gibi... Hayır, "gibi" değil... Korkarım babam tekrar ölüyor...

4 Ekim 2017 Çarşamba

Becayiş



      "Öğretmen olmayacağım" diye parçalıyorum kendimi ama nafile... Annem, öğrenciliğim boyunca "şarkıcılık" yapmış olmam nedeniyle öyle endişeli ki, bu sürece son vermek için yüksek tansiyon krizleri dahil bütün kozlarını oynuyor. Ve ben, bir anda, kendimi ilk ataması Gaziantep'e çıkmış bir müzik öğretmeni olarak buluveriyorum. Gerçi içim rahat... Annem biricik kızını ta oralara gönderecek değil ya... Kapandı bu iş diyorum kendimce...

      Ama benim canım anneciğim, durur mu?.. Ben bu konuyu tamamen unutmuş, henüz her anlamda meydanın boş olduğu Ankara müzik piyasasında haketmediğim kadar çok para kazanıp işten işe koştururken, annem de hergün İl Milli Eğitim Müdürlüğü'nde... Var bi' telaşı ama pek oralı olmuyorum, bi' şeycik çıkmaz diye... Meğer bizimki öğrenmiş ki, becayiş diye bi' şey var... Arabalar, altınlar, dolarlar, marklar karşılığında görev yerleri değiş tokuş ediliyor!..

      Akşamüstü sevinçli bir telaşla eve gelen annem, "hallettim, becayişle Antakya'ya, kayınvalidenin yanına gideceksin, benim de içim rahat edecek" diyor... Antakya?.. Kayınvalide?.. Nişanlımın İskenderun'da yaşayan ailesinden sözediyor olsa gerek, şoktayım!.. Bütün itirazlarım annemin kalp krizi ve felç tehditlerine çarparak un ufak olup sonsuzluğa dağılıyor; "sen beni öldürecek misin!!!!"... Öldürmeyeceğim elbette. Babamı kaybedeli henüz yedi yıl olmuşken, bir de annemi nasıl öldürürüm?!..

      Gece boyunca annelerim(!) arasındaki telefon trafiği durmuyor ve ben ertesi sabah İl Müdürlüğü Binası'nın ilanlarla dolu duvarının dibinde, görev yerlerimizi değişeceğimiz öğretmen arkadaşımı bekliyorum. İnandığım ve inanmadığım her şeye şükürler olsun ki, kızcağız gecikiyor. Hiç unutmadığım o saniyede, yüzümü birdenbire duvara dönerek, tamı tamına önünde bekliyor olduğum, tamı tamına göz hizamdaki ilanı okuyorum: "İstanbul verilir, Gaziantep alınır"...

      Bulduğum ilk telefon kulübesinde, nefes nefese numarayı çeviriyorum. Kimbilir ne isteyecekler benden... Büyükşehirleri genellikle sıfır araba karşılığında verdiklerini biliyorum, endişeliyim. Telefon Antep'ten açılıyor. Sesinden akranım olduğunu tahmin ettiğim kıza kim olduğunu bile sormadan söze giriyorum; "Hiç param yok ama yeni nişanlandım! Altın taktılar! İlk etapta bütün altınları veririm, sonra da taksitle ne istiyosanız öderim! Senet yaparız! Benden önce arayan oldu mu? Kimseyle anlaştınız mı?"...

      Zavallı kız şaşkın... Antep'li olduğunu, memleketinde, ailesinin yanında görev yapmayı çok istediğini, durumlarının "çok şükür" gayet iyi olduğunu, ve benden bir kuruş bile istemediğini anlatıyor. Hemen bir uçağa atlayıp gelmesini, masraflarını karşılayacağımı ve evimde ağırlayacağımı söylüyorum, yine nefes nefese... Bu jestimi bile kabul etmiyor ve ertesi gün buluşmak üzere sözleşiyoruz...

      Annem öfkeli, gözleri ağlamaktan şişmiş. Annelerim(!) ve yakında "müstakbel birinci kocam" olacak "yedek subay" nişanlım yine gece boyunca telefon trafiğinde. Herkes kırgın, herkes kızgın. Bi' ben mutluyum!.. Nisbeten bildiğim, tanıdığım, aile bağları nedeniyle bir ayağımın orada olduğu, kütüğümün bulunduğu; üstelik şarkı söylemeye devam edebileceğim bir şehre gidiyorum... E haberi alalı saatler geçtiği halde annem de ölmemiş?!..

     Sonra mı?.. Nişanlıcağzımla evlenip, İstanbul'da sonsuza kadar mutlu mesut yaşadık... desem... inanacak mısınız? 😸