10 Ekim 2014 Cuma

Marincap

     Titrek, zayıf sesiyle eczacıya sesleniyor; ''bir Marincap verir misin oradan?''...
   

     Oturduğum sandalyede birkaç dakikadır taşımakta olduğum poşetlerin içindekileri fazla belli etmeden incelemeye başlıyorum. Birinde muz ve üzüm, diğerinde kokusundan anladığım kadarıyla balık ve biraz önce ödediğimiz faturaların makbuzları var. Diğerlerindekiler kağıtlara sarılı. Bu kadarcık şeyi nasıl olup da taşıyamadığına, sokak ortasında nefessiz kaldığına şaşıyorum. Gerçekten çok güçsüz olmalı.
   
     ''İndirim yapmıyor musunuz? Onüç liraya veriyor bir eczane ama oraya yürüyemem şimdi.''

      Küçüldükçe küçülmüş, ufacık kalmış yaşlılıktan. Üflesem yıkılacak gibi. Pardesü niyetine giydiği yün sabahlığın arkasındaki biçimsiz yırtık çengelli iğneyle tutturulmuş. Üzerindeki her şey kirli ve eski. Derisinden kıyafetlerine kadar, liğme liğme... Hiç beklemediğim bir anda arkasına dönüp bana çok nazik bir üslupla; ''Ne kadar üzgünüm anlatamam, sizi böyle beklettiğim için... Umarım aceleniz yoktur'' diyor... Gülümsüyorum.
     Girdiğimiz üçüncü eczaneden, nihayet balık yağı tableti olduğunu anladığım ''Marincap''ı onüç değilse de onbeş liraya almayı başarıyor. ''Görüyor musun, hepsi başka kafadadır, her yerde başka fiyat'' diyor bana, fatura üzerindeki isminden Yahudi olduğunu anladığım, yaşlı, çok yaşlı adam. Ve tekrar özür diliyor beni yorduğu için. Gözlük camlarının kenarında birikmiş kirden tortulara takılıyor gözüm...
     Evine yürürken onu terkeden eski karısını anlatıyor bana. Bıraktığı mektubu, eşyalarını ve şimdi dört sokak aşağıda yaşadığını.''Kalbimde bana çok yakınsın, ama bir o kadar da uzaksın'' diye başlayan acımasız mektubunu... Çok uzun zaman zaman önce, çok... Rehberlik eğitimi aldığı yıllarda... Tam konudan uzaklaştığımızı düşündüğüm anlarda, yine aynı heyecanla tekrarlıyor;

     ''Dedim değil mi, şimdi görsem selam vermem diye?.. Çünkü vermem... Çünkü kötü fikirli bir insandır!''

     Heyecanlandıkça daha hızlı yürümeye başlıyor. Acelem olmadığını söyleyerek sakinleştiriyorum ve yavaşlamasını istiyorum. Yaşı tahmin edebileceğimden fazla olmalı... Ve nefesi uçtu uçacak gibi... Endişelenmemek elde değil... Bu arada, benimle ilgili sorularını cevaplıyorum. Kim olduğumu, nerede kiminle yaşadığımı, annemi ve babamı anlatıyorum kısa cümlelerle. ''Terziye gideceksin ha?.. Elbise dikineceksin... Yakışır sana, gençsin... Yaşlılık kötü, bir felaket'' diyor...
     Birden durup bana dönüyor. Ben de duruyorum. Kararsızlıkla bakıyor yüzüme; ''Bir şey diyeceğim ama demesem daha iyidir. Aman, neyse... Zaten bir daha görüşmiyeceğiz. Benim kızlarım var ya, hepsi ölsün diye bekliyor beni. Çolukları çocukları var, uğraşamıyorlar benle. Bekliyorlar... Öleyim ki, bu apartmanı alsınlar. Dünya yalan, çok yalan, bunu bil. İnanma dünyaya, sakın inanma''
     Apartmanın kapısını güçlükle açıyor. Elimdeki poşetleri beşinci kata çıkarmamı ve kapının önüne bırakmamı istiyor. Kendisi otomatın önünde nöbet tutup ışık söndükçe benim için tekrar yakacak, ve daha sonra yavaş yavaş çıkacak... Korkarım yarım saatte... Işık söndüğünde ne yapacağını soruyorum, alışkın olduğunu söylüyor... Görevimi başarıyla tamamlayıp vedalaşıyorum onunla... Yürürken arkamdan sesleniyor;

     ''İyiliğin seni bulacak!.. Fakat unutma, dünya yalandır!..''