31 Aralık 2013 Salı

Cimcik Aklım

Ansızın yitiriverdim
Cimcik kadar akılcığımı,
Ve sonra buldum yeniden
Islak bir asfaltın üzerinde...
Eğilip de almadım,
Sürmedim elimi ona...
Etrafta oynaşan ışıklar
Anlamsızken daha güzeldi
Hem, daha az acı çekiyordum
Tanım yapmadığım zaman
Nefes almak keyifliydi,
Ölçmediğim ve saymadığım anlarda...
Ödüm koptu,
Biri görür, anlar benim olduğunu da
Alır başıma koyar diye...
Arkama bakmadan yürüdüm,
Hızlı, daha hızlı...


30 Aralık 2013 Pazartesi

Seviyorum Ülen(!) Sizi

     Tanrıya inandığınız gibi mi inanıyorsunuz yeni yıla?.. Hani, gerçek olmasını istediğinizden, gönlünüzden öyle geçtiğinden... Ya da, " ya varsa, n'olur n'oolmaz, ben yine dilekte bulunayım da, sonra pişman olmayayım" diye düşünerek mesela... Yoksa sahiden mi inanıyorsunuz?.. Sahi, tanrıya sahiden inananınız var mı?..
     Tanrıya "sahiden" inanan biri kredi çekip ev alır mı?.. Ya da taksitle televizyon?.. Her sabah kalkıp  tam olarak neye hizmet ettiğini bile sorgulamadan işine gider mi?.. Kilosunu bir liraya aldığı meyveyi birbuçuk liraya satar mı mesela?.. Para biriktirir mi?.. Solaryuma girer mi?.. Hayır hayır... Kimseye bi' şey düşündürmeye çalışmıyorum. Sizden önce filanca gerçeğe de aymış değilim. Sadece merak ediyorum, gerçekten...
     Suya bir çizgi çiziyorum(!) ve o çizginin(!) yanından her geçişime, ama her defasına anlam yüklüyorum. Suyun çizerek işaretlenemeyeceğini, aslında o çizginin olmadığını, hatta, zaten o çizgiye gerek de olmadığını bildiğim halde yapıyorum bunu. Neden mi?.. Çünkü hergün biraz daha ölmekte olduğum bu yaşama katlanabilmek için hayal kurmalıyım. Hayal de olsa umuda ihtiyacım var benim...
     Ölüyor olmak, hayatımdaki en istikrarlı eylem. İstemsiz ama, eylem işte. Hergün istisnasız binlerce beyin hücremle vedalaşıyorum. Tenimden su, kemiğimden kalsiyum, gözümden fer çekiliyor. Üstelik, beni diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğim, bu konudaki farkındalığım...  Lanetlenmişçesine... Beni bunun tersine inandıracak bi' şeylere ihtiyacım var... Ya da, en azından dikkatimi dağıtacak, algımı ve aklımı çelecek bi' şeylere...
     Tanrıyı denedim... Yılbaşını, bayramları ve doğumgünlerini de... Olmadı... Ben de kendi çizgimi çizdim suya... Tarifi yok... Tuhaf, tanımsız, ama avunmama yetiyor... O yüzden hiçbi' şey dilemiyorum tanrıdan, meleklerden, evrenden ve yeni seneden... Ne kendim, ne de sevdiklerim için. Çoğunuzu seviyorum ama.... Hatta, hemen hemen hepinizi...

20 Aralık 2013 Cuma

Sayım Fişi

     Oturduğum sandalyede yere değmeyen ayaklarımı hızla sallıyorum; sağ, sol, sağ, sol!.. Aynı zamanda ona kadar sayıyorum, ama içimden... Çünkü sessiz olmalıyım, çok sessiz... Halsizim, canım yanıyor öksürdükçe... Yine de gereğinden fazla, sık sık yüksek sesle öksürüyorum. Öksürük sesi çıkarmama izin verilen tek ses... Sandalyemden inip masalar arasında dolaşmaya başlıyorum. Yanından geçtiğim insanların elleri saçlarımda ve yanaklarımda geziniyor sırayla. Gözüm annemde, annem tedirgin. "Albay"ın her an gelebileceğini söyleyerek yerime oturmamı istiyor. Albaydan neden korkmam gerektiğini bilmiyorum ama anneme güveniyorum. Yine sandalyemdeyim. Hızla ayaklarımı sallıyor, gerekse de gerekmese de öksürüyorum...
     Annem yanıma gelip dudaklarıyla ateşimi ölçüyor. Yemeğe gitmek üzere sıkı sıkı giydiriliyorum. Annem, iş arkadaşları ve ben, yemekten sonra dairenin bahçesindeki kamelyada çay içiyoruz. Aynı şiiri yoğun istek üzerine defalarca okuyor, kucaktan kucağa geçip hoyratca öpülüyor, seviliyorum. Yanaklarımı sıkan elleri iterek uzaklaştırıyorum...

     "Bir yaprakta bir tırtıl, kemiriyor yaprakları kıtır kıtır... Yeme yaprakları pis tırtıl!.."

     Yine içerdeyiz. "Korkunç Albay"a da yanağımı okşatmayı başardığım için daha cesurum bu kez. Çalışanlara sorular soruyor, biraz fazla konuşmaya başlıyorum. Bu kez annemin yerinden kalkmasına gerek kalmadan Saime Teyze oturtuyor beni sandalyeme. Binlerce kartla dolu gözlerden oluşan masasında kaybolan anneme bakıyorum. Annem, bir oda dolusu insanla beraber bilgisayar olarak çalışıyor. Askeri uçaklara ait bütün parçaların girişleri ve çıkışları kartlara işleniyor.
     Ortamın olanca kasvetine ve hasta oluşuma rağmen orada olduğum için mutluyum. Keşke hep hastalansam, hep doktora gitsek de annem beni işine getirmek zorunda kalsa... Zımba, delgeç, ataç derken biraz fazla hareketlenmiş olmalıyım ki, bu kez Feride Abla beliriyor başucumda, elinde bir demet kağıt... Herbir kağıtta en fazla iki ya da üç satır yazı var. Bu yazıları, rakamları, gördüğüm her şeyi kurşun kalemle sayfanın alt yarısına aynen yazmam isteniyor.
     Hevesle işe koyuluyorum. Henüz okula başlamadığımdan gerçekten yazdığımdan emin değilim ama... Yazıyorum... Sessizim, herkes memnun. Arada bir, birileri, "Pelin sayım fişi yazıyor" diyor; gurur duyuyorum...
     Yıllar sonra bugün, aynı yakıcı öksürük... Halsizim... Bu kez kendi odamda, kendi zımbama ve delgeçime ilişiyor gözlerim. Artık onlarla oynamam yasak değil, saatlerce oynayabilirim, ama, oynamıyorum. Sandalyemde bacak bacak üstüne atmış oturuyorum, tıpkı o zamanlar hayal ettiğim gibi... Ayaklarım yere değiyor... Öksürüyorum...

19 Aralık 2013 Perşembe

Bi' şey Diycem

     Hayatım öküz altında buzağı aramakla geçti benim... Bana sunulan bütün cevaplara ve açıklamalara şüpheyle baktım hep. "Yok yaa"lar, "öyle diildir o"lar, "hadi canım"lar hiç terketmedi beni. Çok akıllı olduğumdan değil, huyum böyle. Muhalefet yutmuş gibiyim... Başarısız muhalefet ama... En basit, en görünür doğruların üstünden atlar, şüphenin dolambaçlı yollarında kaybolurum çoğu zaman... Bozuk saat misali ara sıra doğruyu gösterdiğim de olur...
      Günlerdir zihnim yine durmuyor, durduramıyorum. Hayatımda ilk kez belki, keyifle izlediğim, hiç bitmesin istediğim bi' kavgaya tanık oluyorum. Kendi kavgalarımı bile bu kadar sahiplenemeyen, kime neden kızdığını haftalar içinde unutan ben, mutlulukla içime çekiyorum bu it dalaşının tozunu dumanını. Bi' yandan da içimi kemiren şüphelerimle başetmeye çalışıyorum: Ya gerçek değilse!..
       Gönlümün istediği o ki; it kurda kırılsın, soğan sarımsağı ayıklasın, çamur balçıkla sıvansın... Ama ya öyle değilse?!.. Her şey bu kadar basit olabilir mi?.. Bu kadar göründüğü gibi net ve açık?.. Ne malum danışıklı döğüş olmadığı?.. Ne malum aylar önce yazılan bi' "iyi polis - kötü polis" senaryosunun oynanmadığı?.. Peki, kimin işine yarar ki bu kavga?.. İt ne kazanır, kurt ne kazanır?..
       Olmaz ya; hani it der ki; "Hani buraların tek sahibiydim, hani kimsenin dişi geçmezdi bana?.. Gördünüz mü, beni de ısıran var!.."
        Olmaz ya; hani kurt der ki; "Sandığınız gibi değilim, yok korkulacak bir yanım... Hak nerede, ben oradayım..."
        Bu arada, filler tepişmiş, çimenler ezilmiş çok mu...
   

                                                            

13 Aralık 2013 Cuma

Hürmüs Teyzem

                                                                    SİNCAN

      ''O kadar kanıksamıştım ki Hürmüs Teyzemin boncuklu tülbentini... Bana göre tuhaf olan annemin bigudiyle sarılmış saçlarıydı...'''
   
     Hürmüs Teyzem  sabahları bize geldiğinde burka gibi kullandığı dev yün şalını çıkarır, evde pazen şalvarı, yeleği ve boncuklu tülbentiyle dolaşırdı. Abimle beni uzun uzun sevdikten sonra usta hamlelerle evi toplar, sonra mutfağa girer, annemin akşamdan hazırlamış olduğu yemeği çoğu kez beğenmez, bize ''cızlama'' pişirirdi. ''Yi'n uşa'm, yi'n'' derdi... Bulgar göçmeniydi Hürmüs Teyzem...
     Ben altı aylıkken almıştı beni... ''Almıştı'' diyorum, çünkü bakıcı demeye dilim varmıyor. Maaşla çalışıyor olsa da, aslında çekirdek ailenin bir ferdiydi. Annemle babam ondan çekinir, sözünden çıkmazlardı. Onlara da ''uşacı'm'' derdi... Gerekli gördüğünde bizimle ilgili direktifler verir, hatta bazen azarlardı... O yokken çıkılan akşam yemeklerinde, sanki bizimleymiş gibi onun yemek siparişi de verilir, paket yaptırılıp eve getirilirdi.
     Hürmüs Teyzemin evine gittiği akşamlardan ve hafta sonlarından  nefret ederdim. O yıllarda annem, benim için onun yokluğunda razı olduğum  ikinci bir seçenekti yalnızca. Zavallı kadın akşamları işten geldiğinde sevineceğime ağlamaya başlıyor; ''Sen git dedemin(!) ol, Hürmüs Teyzem gelsin, babamın olsun'' diye acımasızca haykırıyordum. ''Dedem'' dediğim kişi, Hürmüs Teyzemin kocasıydı...
     Çoğu kez çılgın isyanlarımla başedilemez ve onunla birlikte gitmeme izin verilirdi. Tanrım, ne huzurlu anlardı onlar. Elimden tutması, birlikte istasyona yürümemiz... Beklerken beni yün atkısının altına alması... Simit ve demir kokusu... Tren düdüğü... Ve Sincan... Asıl yuvam gibi hissettiğim iki katlı, bahçeli ev... Kollarını iki yana açmış, sevinçle beni bekleyen ''dedem''... Makyaj malzemelerini karıştırıp topuklu terliklerini giymeye bayıldığım Remziye Ablam... Hürmüs Teyzemin kızı... Yer sofrası, yün patik, turşu ve Bulgar rakısının mayhoş kokusu... İşte doktorlarımın var olmadığını iddia ettikleri ''mutlak mutluluk''...


                                
                                                     
                                               
                                                    EVREŞE YOLLARI DAR

     Güzel havalarda Hürmüs Teyzem ve ben, komşu teyzelerle birlikte bahçede otururduk. Çaylar, pastalar yapılır, sohbet edilirdi. Çok iyi anlamasam da ilgiyle dinlerdim onları...
     Yine böyle bir günde, kıkırdaşmalar ve ironik gülümseyişler eşliğinde, lojman bahçelerindeki ağaçları budayan bahçıvandan bahsedildiğini farkettim. Dikkat kesildim... Neler döndüğünü anlamalıydım, çünkü konu Hürmüs Teyzemle ilgiliydi. Herkes ona bakarak gülüyordu. Bütün huzurum kaçmıştı...
     Yıllar sonra anladığım kadarıyla, bahçıvanla Hürmüs Teyzem arasında geçebilecek olası bir aşk hikayesi kurgulanmıştı ve kadınlar bu konu üzerinden şakalaşarak eğleniyorlardı. Bense, yarım yamalak anladığım kadarıyla olayı ciddiye almış ve paniğe kapılmıştım. Onu dedem(!) adına mı kıskanıyordum, kendi adıma mı bilinmez, delice öfkelenmiştim. Sanırım asıl korktuğum, kadınların şakalarında ima ettikleri gibi, bahçıvanın onu alıp çok uzaklara kaçırmasıydı. Başörtüsünü ve şalvarını çekiştirerek ağlamaya başladım. Kahkahalar daha da yükselmişti. Hürmüs Teyzem beni kucağına alıp sarıldı : ''Yok uşa'cım yok... Gider miyim hiç onla ben... Zaten peşime düşünce dedim ona...''... Merakla sordum; ''ne dedin?...''
     Hürmüs Teyzem cevabını oynak sesiyle söylediği türküyle verdi : ''Evreşe yolları dar, dar... Bana bakma benim yarim var!''...
     Kadınlar hep bir ağızdan söylemeye başladılar... Türkü arada bir kahkahalarla kesiliyor, sonra yine başlıyordu. Ben de gülüyordum... Mutluydum...





                                                                MEVLİT


     On yaşıma bastığım 1984 yılında, Hürmüs Teyzemin yüksek tansiyon hastalığı tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Kocası ve kızı artık çalışmasına izin vermiyorlardı. Hayatımın ilk buhranlı dönemini işte o yıl yaşamaya başladım. Bir gün, okulda tüm gücümü toplayarak öğretmenimin yanına gittim, ve ağlamamaya çalışarak kulağına ''Biliyo musunuz, Hürmüs Teyzem bizi bıraktı'' dedim. Ne umuyordum hatırlamıyorum. Hürmüs Teyzemi geri getirmesini mi, ağlayarak bana sarılmasını mı, içimdeki kederi azarlayarak kovalamasını mı... Yanağımı okşayarak yerime oturmamı söyledi yalnızca... Oturdum...
     Hürmüs Teyzem de benden geri kalmıyordu. Haftada bir-iki kez kaçıp geliyor, bizi seviyor, evi toparlıyor ve geri dönüyordu. Akşam evi derli toplu bulan annem hüzünle soruyordu : ''Hürmüs Teyzeniz mi geldi?..''
 
     On yaşım henüz bitmedi... Yine Sincan'da, Hürmüs Teyzemlerdeyim. Fakat bu kez annem ve babam da var. Dakikalardır gözümü amaçsızca dikmiş olduğum yün patikli ayak yarı kalkarak altından bir karıncanın geçmesine izin veriyor. Dolaptan çıkarılmış bembeyaz, boncuk işlemeli tülbentler başı açık kadın misafirlere dağıtılıyor. Birini de anneme veriyorlar. Babamı ağlarken gördüğüm nadir anlardan biri bu... Nasıl yani?.. Ölmek de ne demek?.. Onu bir daha göremeyecek miyim?.. Ama hayatta bu kadar kötü bi' şey olamaz ki... Bi' açıklaması olmalı... Kalabalığın toplandığı üst kattan, görümcesinin evinden çıkıyor ve aşağıya, Hürmüs Teyzeme iniyorum. Boş evin kapısını açıp usulca sesleniyorum içeriye : ''Hürmüs Teyze... Hürmüs Teyze..''




   

12 Aralık 2013 Perşembe

Kuantum

     Beş saatlik bi' uykudan telefon alarmıyla uyanıp üç vesaitle işe gitmişim. Yolculuğum süresince iki kadınla ters ters bakışmış, bir adamla hafif bi' ağız dalaşı yaşamışım. Gün boyunca algı düzeyi deniz seviyesinin altında olan hedef kitleme telefonda ve yüz yüze, belki yüz kez aynı açıklamayı yapmışım. Muhtemelen piyasada var olan en ucuz yağla pişirilmiş nişasta ağırlıklı öğle yemeğimi yerken, salçalı kısmından yoğun bi' damlayı kıyafetimle hiç şık olmayan bi' şekile buluşturmuşum. Kredi kartı borcum gün içinde telefonuma ''esemes'' olarak ulaştırılmış, matematik kurallarını aşan ince hesaplar yapmışım. Boşa koymuşum dolmamış, doluya koymuşum, her neyse işte...
     İş dönüşü, tutunmama bile gerek kalmayacak biçimde dört bir yandan kuşatılmışken her nasılsa yüzümü dönmeyi başardığım metro kapısının camında makyajsız solgun yüzümün yansımasını seyretmişim. Olası tacizlerden korunabilmek amacıyla k*çımı dakikalarca içime çekerek imkansızı başarmışım. Metroyla ev arasındaki mesafeyi yürürken, nereden yağdığı, daha doğrusu ''savrulduğu'' belli olmayan İstanbul yağmuruyla ıslanarak tüy tüy olan saçlarım, en son bi' otobüsün mazot dumanını  adeta içerek dayanılmaz bi' koku yaymaya başlamış. Eve gelir gelmez hayatım boyunca yarıştığım dakikaları kim bilir kaçıncı kez hesaplayıp planlayarak kendimi banyoya atmış; dakikalar içinde yıkanmış, giyinmiş, hazırlanmış ve ikinci işime gitmek üzere tekrar yola koyulmuşum...
     Ve sen, şanslı kadın... Öğleye doğru uyanmış, kahvaltını, alışverişini, sporunu yapmış; tatlı gününü saunada noktalamışsın. Gün boyunca tek derdin akşam ne giyeceğine karar vermek olmuş. O yüzden, n'olur, bak, sen üret kendi pozitifini(!), sal(!) evrene... Yat mı diliycen, kat mı diliycen artık... Meleklerinle(!) konuş yine istiyosan... Ama bana anlatma, gözünü seveyim... Bi' git ya...
   

11 Aralık 2013 Çarşamba

Hakkını Helal Et Mustafa

     Tamamını tüketici kredisiyle ödemek üzere, mütevazi, ikinci el bir araba alma hayalim, aslında bunu yapmayacağımı neredeyse kesin olarak bilmeme rağmen günlerdir içimi ısıtıyor. Kendi şifremle girebildiğim tüm sanal ortamlarda görebildiğim tek pozitif tutar kredi kartı borcum olduğu halde, tüm enerjimi bu konuya adadım. Araba için ne beş kuruş peşin param, ne de taksitlerini sorunsuzca ödeyebileceğim bir gelirim var. Ama olsun... Ailem ve yakın arkadaşlarım bu gerçeği yüzüme vurup dursalar da ben internetteki keyifli arayışıma devam ediyorum.
     Varolmamasına rağmen araba için ayırdığım tutar, modeli düşük, kilometresi yüksek arabalara imkan tanıyor yalnızca. Arada bir piyasa fiyatının altında bi' şeyler bulduğumda da, ''pert kaydı, ruhsatta rehin, kilometresi düşürülmüş'' gibi yeni tanıştığım ifadelerle karşılaşıyorum. Yine de bırakmıyorum yeni bulduğum bu keyifli oyunu. Galerilere, eşe dosta haber salıp heyecanlı, keyifli bi' bekleyişe giriyorum. Dijital ortamlarda bana ulaşan araba resimlerine bakıp, almasam da, renklerine, modellerine falan seviniyorum açıklayamadığım bi' biçimde...
    Bu sabah, beni yakından tanımadığı için kendi kendime oynadığım bu neşeli oyuna inanan bir çalışma arkadaşım, o kadar parayı gözden çıkarmışken(!) neden ''sıfır araba'' almadığımı sordu. Sevinçli bir telaş o anda tüm ruhumu sardı. Neden olmasındı?!.. İkinci el arabalara bakıp da almayıncaya kadar, pekala yeni arabalara da bakıp almayabilirdim. Üstelik onlar çok daha güzellerdi!..Sorunsuz, kazasız, şık, pırıl pırıl yüzlerce yeni araba resmi, yüzlerce yeni amaçsız görüşme!..
     En fazla bir dakika sonra yıl sonu kampanyası yapan bi' markanın internet sayfasında buldum kendimi. En ucuz modeli ve beğendiğim renkleri belirledikten sonra telefona sarıldım. 32.600 liralık arabanın neredeyse tamamını krediyle ödemek mümkündü(!) ama, bayilerde bu ucuz arabalardan hiç kalmamıştı!.. Kampanya çok ilgi görmüş, ucuz modeller peynir ekmek gibi çabucacık satılıvermişti. Bense, sanki cebimde nereye harcayacağımı bilemediğim bir 32.600 liram varmış gibi paniğe kapılmıştım. En son Yenibosna'daki bayiye ulaştığımda, telefonun diğer ucunda, sürekli gülümseyerek konuştuğundan şüphelendiğim satış görevlisi adam, merak edenler için adı Mustafa, çok şanslı olduğumu, dün son arabayı almaya niyetlenen adamcağıza kredi verilmediğini, o arabayı hemen o anda bana satabileceğini müjdeledi!.. Ödeme koşullarını anlattı, ve eğer istersem oraya bile gitmeden, kendisine 2000 lira havale ve bir vekalet göndererek bugün anahtarı alabileceğimi söyledi. Bu sefer gerçekten fazla ileri gitmiştim, korkuyordum. Yeni bir araba almama ramak kalmıştı ve ben o arabayı nasıl ödeyeceğimi, nereye park edeceğimi, hatta gerçekten bi' araba isteyip istemediğimi bile bilmiyordum!..
     Sesimin titrediğini belli etmemeye çalışarak son bir ümitle sordum: ''Şey...aa... ne renk acaba bu araba?''... Neşeli sesiyle ''hemmennn bakıyorum efendiiiiim!!!...'' dedi Mustafa... Ölesiye korkmuştum. İstediğim renklerden biriyse eğer bi' çılgınlık yapıp alabilirdim o arabayı... Zaten iri olan gözlerim sonuna kadar açılmış, anlamsız bakışlarla duvarı seyrederken hayırlı haber geldi. Araba fümeydi... Bildiğin koyu gri... Uçurumun kenarından dönmüştüm. Bu kez sesimdeki sevinci gizlemeye çalışarak; ''Aaa, hay allah... Rengi olmadı hiç...tüh'' dedim Mustafa'ya... Can-ı gönülden iyi çalışmalar dileyerek bitirdim görüşmeyi. Hakkını helal et Mustafa...


                                        

10 Aralık 2013 Salı

Uğultu

Söylenememişliğin karanlığında uğuldarken düşüncelerim

Susmak düşer bana artık... Ve teslim olmak...

Anlatabilmek değil belki de çare
Gereksizmiş kelimelerin çoğu, şimdi anlıyorum
Hem anlatabilmek de yetmiyor ki çoğu zaman
Ne çok yanlış anlamışlığım var bir bilsen…
Hiçbi' zaman bulamadım ki bakmam gereken açıyı
En iyisi susmak bazen,dindirmek için acıyı
Bağırmamak için ısırmak hatta beynini
Ya da tıkamak ağzına kalbini
Konuşmak istediğimi sanma
Sadece akıtmak istiyorum içimi sana
Sen sus, ben ağlayayım
Sen dinle, ben susayım

Kar Destanı

   Babamın öldüğü sene hariç, kar yağınca unutmadığım hiçbi'  derdim olmadı benim... Ama üç günlüğüne, ama beş günlüğüne... Korkular, özlemler, hayal kırıklıkları beyazlara karışıp yitti gitti her seferinde. Kar yerini çamura bırakıncaya kadar...
   

9 Aralık 2013 Pazartesi

Kime Göre, Neye Göre

       Düzen gerekmiş... Kime göre, neye göre... Düzen için kural gerekmiş... Kime göre, neye göre... Kurala uymayan sakıncalıymış... Kime göre, neye göre... Cezalandırılmalıymış... Kime göre, neye göre...
     Belki de, düzen dediğin, birinin işine gelenmiş... Belki de, kural dediğin, sopayı tutanın aklına esenmiş... Belki de, ceza dediğin, gücünün yettiğineymiş...
     Bunların hepsi göreceliymiş. Durduğun yere, giydiğin ayakkabıya, baktığın pencereye göre değişirmiş. Bir de asıl olanlar varmış... Mutlak... Ölçülemez ama, ölçülemediği kadar da gerçek olan...
     Mesela... Yüzünü çeviremediğin sabah güneşleri... Kucaklayamayışlar... Çıkılamayan gezintiler... Haykırılamayan öfke... Basılamayan toprak, yumuşak yatak, evlat kokusu, dost sohbeti...



Ahlaksız Kadın

     Öylesine... Öylesine yapılan bir sohbette, iki erkek bir kadını ''gıyabında'' mahkum etti. Yargılamadan verdikleri hükme dayanarak infaz ettiler onu. Kınama yoluyla linç; en acımasız yaftalarla recm ettiler. Dindar değildiler. Ahlakçı, muhafazakar, tutucu  falan da... Yaptıkları işler ve yaşam tarzları doğrultusunda rahatlıkla marjinal oldukları söylenebilirdi. Her ikisi de daha önce ''cinsiyetlerinin onlara verdiği sınırsız yetki ve özgürlüğe dayanarak'' etik formların oldukça dışına taşan cinsel aktivitelerde bulunmuşlardı. Fakat o gece, genlerine işlemiş töreler yüzünden mi, içinde yaşadıkları toplumun göz boyamasından mı, yetiştirilme tarzlarından mı bilinmez; birer İslam alimi, birer Osmanlı kadısı, birer ahlak zabıtası, birer devrim muhafızı, birer ahlak timsali kesildiler ve çatal dilleriyle dövdüler adeta, evli bir erkekle beraber olduğunu öğrendikleri ahlaksız(!) kadını... Kendileri evliyken başka kadınlarla, hatta zaman zaman ''başkalarıyla evli kadınlarla'' beraber olmamışlar gibi...
     O geceye konu olan ''ahlaksız kadın'' orada değildi ama, başka bir ''ahlaksız kadın'' bu sohbete(!) tanık oldu. ''Peki adamın hiç mi suçu yok?'' diyecek oldu; kestiler sözünü... ''Yani tek suçlu kadın mı şimdi?'' diyecek oldu, yine kestiler... ''Sanki siz hiç.....'' demeye kalkışınca hepten kızdırdı onları... Son sözler yaşça biraz daha genç olan adamın ağzından hiddetle döküldü: ''Erkekle kadın bir mi!..''
   

                                              

7 Aralık 2013 Cumartesi

Haluk Bey

   "Zaten mutluluk diye bi' şey yok" dedi Haluk Bey..."Benim aradığım huzur sadece"...
     İki çocuğunun hatırına kendisini aldatan karısını affetmiş. Evlilik hayatını bitirse de, eşinin kendisi ve çocuklarıyla birlikte kalmasına razı olmuş ki, iki oğlu bu durumdan etkilenmesin. Sanmış ki aynı hatayı bi' kez daha yapmaz. Yanılmış ne yazık ki... İkinci kez aldatıldığında, polis eşliğinde suçüstü yakaladığı karısını kolundan tutup çıkarmış savcının karşısına. Demiş ki, "Savcı Bey, bu iş ya bugün biter, ya da yarın katil olarak getirirler beni karşına"...
     Aynı gün boşandığı karısının aylar sonra doğan bebeği için babalık testi yaptırmış. Sonuç negatif olduğu halde, kız çocuğudur, ortada kalmasın diye nüfusuna almış bebeği. Hem nüfusuna, hem kanatlarının altına. İyi de yapmış, güzeller güzeli, genç bir kızı varmış şimdi. Çok düşkünmüş babasına.
     İkinci eşini seçerken çok güzel olmamasına dikkat etmiş özellikle. Sakin, yumuşak huylu, sadık bi' kadınmış tek istediği. Emekli de olmuş, huzurluymuş şimdi. Yetermiş, zaten mutluluk yokmuş ki... Şeker hastalığı gözlerine ve böbeklerine vurmuş ama, çok da dert değilmiş. Neler neler varmış hastanelerde...
     Kimmiş Haluk Bey?.. Ben nerden tanıyormuşum onu?.. Bütün bunları bana niye anlatmış?.. Ne biliyim... Yakın bulmuş demek ki...

6 Aralık 2013 Cuma

Taksici

     Onay arayışı içinde olan bi' insanım ben. İsterim ki herkes sevsin, herkes beğensin beni...Kimsecikler kızmasın bana...Desinler ki; ''ne iyi, ne hoş, ne tatlı insan şu Pelin!''...Sebebini bilmiyorum. Çocukluğuma falan inmek lazım muhtemel...Benden hoşlanmadığını hissettiğim insanlara kendimi sevdirmek için aman ne uğraşırım...Gerekse de, gerekmese de...''Havalı'' bi' durum olduğu söylenemez. Hatta biraz utanç verici gibi ama, ''ne yapayım, ben böyleyim''...Alttan girer, üstten çıkar, çoğu kez hedefime ulaşırım...
     Lakin...Bir meslek grubu var ki, ne yapsam yaranamıyor, bi' türlü ''matah'' olamıyorum. Hep eziğim onların yanında...Hep itilen, sinir olunan, sevilmeyen...Taksicileri diyorum, taksi şoförleri...Onları memnun etmek imkansız!..Her seferinde yaklaştığımı hissediyorum, olacak gibi oluyor, yine olmuyor...İlk aşamaları geçmeyi başarsam da, bi' yer geliyor, tıkanıyorum. Bir zorlu süreç, bir acı deneyim, bir taşlı yol...
     İlk evvela, taksiye doğru zamanda ihtiyaç duymayı bileceksin. Öyle herkesin işe gittiği saatte işe gitmeyecek, herkesin döndüğü saatte dönmeyeceksin. Ya bi' saat erken çıkacaksın, ya bi' saat geç. Olmadı, hiç gitmeyeceksin ki, yoğun zamanda yığılmaya, sakin zamanda işsizliğe neden olmayasın...Çekeceksin kendini...
     Diyelim elini kaldırdın, taksi durdu. Öyle pat diye kapıyı açıp oturmayacaksın. Kibarca soracaksın, gideceğin yön ve mesafe uygun mudur diye...Uygun değilse teşekkür edip usulca kapıyı kapatacaksın. Uygunsa bineceksin. Sigara mı içiyor, çekeceksin döşeme ve havasızlık kokusuyla karışmış sigara dumanını içine. Susacaksın. Ha, nazik bi' şekilde sigarasını atmasını da rica edebilirsin ama, sonucuna katlanacaksın. O dakikadan sonra her frende ön koltuğa yapışacak ve dikiz aynasından duygusal şiddet görecek, yüzüne tükürse ''yarabbi şükür'' diyeceksin. Arabesk veya Kur'an mı dinliyor?..Sen de dinleyeceksin.
     Yolların neredeyse bomboş olduğu bir saatte, hani bayram olur, seyran olur, sabaha karşıdır; Şişli'den hava alanına veya Sarıyer'e gidiyorsan, onunla istediğin konuda sohbet edebilirsin. Ammaaa...Sabah dokuz gibi bi' saatte Cağaloğlu'na, ya da akşam yedide Suadiye'ye gidiyosan, suçunu bileceksin, tek kelime etmeyeceksin. Zira, ne dersen de, terslenme ihtimalin çok yüksek.
     Adamın güzergah önerisini ikiletmeden kabul edeceksin. Yirmi kilometre açıktan mı dolaşmak istiyor, dolaşacak. Filanca kavşaktan geri dönebilmek için seni gideceğin yerin on dakika uzağında mı indirmek istiyor, indirecek. İlk akla gelen, yani en mantıklı güzergahta ısrar etme cüretini gösterirsen de, karşılığı ne olursa olsun, sineye çekeceksin. Geldik mi?..İniyor muyuz?..Taksimetre ne yazdıysa şoför lehine yuvarlayacak, para üstü beklemeden, seri bir şekilde arabayı terkedeceksin.
     Niyet ettim Allah için...Bir pazar sabahı dörtte  kalkıp ilk bulduğum taksiyle Şişli'den Çekmeköy'e gideceğim. Onun istediği şekilde, onun seçtiği yollardan. Sigarasını ellerimle yakacak, dinlediği türküyü mırıldanacağım. Çekmeköy'e gelince vazgeçtiğimi söyleyip, aynı taksiyle geri döneceğim ki boş dönmesin. Sonra bakacağım, ne yazdıysa on lira fazlasını vereceğim. Ayrılırken birbirimize bakıp gülümseyeceğiz. O bana ''teşekkürler hanımefendi, iyi günler'' diyecek, ben ona hayırlı işler dileyeceğim. Ve sonra, ölene kadar bileceğim ki, bi' zamanlar, bi' yerlerde bi' taksici beni sevmişti...
 

4 Aralık 2013 Çarşamba

Ağabey

     Başardım!..Abime ilk defa bi' şey öğretebildim!..Başka bi' deyişle, kardeşlik tarihimizin başından beri ilk kez benden ''komut aldı''.
     İşi nedeniyle son iki yıldır sık sık İstanbul'da bulunması gerekiyor ve o günlerde bende kalıyor. O bende kalıyor, ben benden gidiyorum. Allah eksikliğini göstermesin, canımdan beziyorum. Öte yandan, ''evi evlikten çıkarma'' konusundaki üstün başarısına da içten içe saygı duymuyor değilim. Siz, yalnızca tek bir küçük valiz dolusu eşyayı en fazla kaç metrekareye dağıtabilirsiniz?.. Ya da, sadece duş alarak, banyo perdesi, havlu paspas ve banyo kapısı gibi önlemlere rağmen bütün evi ıslatabilir misiniz?..Sadece su içmek için girdiğiniz mutfağa bütün tüylerinizi dökebilir misiniz peki?..
     Hayatımın önemli bir kısmı ona bi' şeyler yaptırmaya, ya da bi' şeyler yapmasına engel olmaya çalışarak geçti. Çocukluğum boyunca belki binlerce kez ''yapma, vurma, çekme, itme'' dedim, bi' kere bile dinletemedim. Büyüdük...Komutlarım ''onu oraya koyma, çorabını ordan al, sigara içme, dişlerini temizlet'' şeklinde mutasyona uğradı, yine dinletemedim. En son iki hafta önce aldığım beyaz televizyon sehpası ise benim için dönüm noktası oldu.
     O sehpayı ondan koruyacaktım, ne pahasına olursa olsun!..Onun üstünde anahtarlarıyla derin çizikler açamayacak, ıslak bardaklarla lekeler bırakamayacaktı, kararlıydım. İşe, demonte vaziyette aldığım sehpayı ona kurdurarak başladım. İstedim ki emek versin, sahiplensin. Sonra da karşısına geçip, çok sakin ve net ifadelerle, o sehpanın üzerine değil anahtar; telefon, kartvizit dahi koymamasını tembihledim.
     Bu sabah uyanıp salona gittiğimde abim evden çıkmıştı. Tortop oldukları için tam olarak ne oldukları anlaşılmayan giysiler, yine tam olarak neyin aparatı olduğunu kestiremediğim bir miktar elektronik teçhizat, parfüm, deodorant ve evraklar bomba patlamış gibi etrafa saçılmış; her nasılsa dikey jaluzi perdemin her bir şeridi dört farklı yöne dönmüştü. Yani her şey normaldi. Tek tuhaf şey, meydan okurcasına tertemiz duran beyaz televizyon sehpamdı. Başarmıştım...Yıllar sonra ilk kez, başarmıştım!..

Rulman

      Siz rulman nedir bilir misiniz?.. Kızlar bilmez. Oysa ki dönen her şeyin içinde rulman var. Çamaşır makinası, arabanın bi'şeyleri, her şey... Bi' tek ayfonbeş hariç. SKF dağıtıyo rulmanı Türkiye'ye. Tabi siz bunu da bilmezsiniz, takdir etmeden, minnet duymadan, anlam yüklemeden kullanırsınız rulmanlarınızı. Çamaşır makinan dönüyo ama, bi' sor bakalım nası' dönüyo.

3 Aralık 2013 Salı

Agnostik Tevekkül

     Bazen, ne yapsan olduramazsın. Yorulursun, paniğe kapılırsın daha kötüsü. Vazgeçersin, vazgeçmek de yetmez. Kaçman gerekir... Saklanman, derinlere dalıp üzerini örtmen gerekir. Dost tavsiyeleri, nasihatler anlamını yitirir. Bütün gördüğün kıpırdayan dudaklardır, anladığınsa hiçbir şey...İşte tam bu sınırda, varsa eğer inandığın, ya da inanmaya çalıştığın bir sistem, sımsıkı sarılırsın ona. Çünkü başka çaren yoktur. Ya da yapacak daha iyi bir şeyin. Tanrıya bırakırsın, evrene "salarsın", meleklerden istersin... Peki ya inanamamışsan yıllarca sana sunulanlara?.. Susarsın öyle...Susup beklersin. Fırsat buldukça uyur, gerçeklikten kopabildiğin her anı kar sayarsın.

2 Aralık 2013 Pazartesi

Pırasa

     Sanki bi' yerin yanmış, acımış da, huzursuz huzursuz sızlarmış gibi...En ötelediğin anıların itişe kakışa yüzeye çıkmış da, sen gözünü duvarda bi' noktaya dikip kalakalmışsın gibi...Evde ekmek olmadığından kahvaltı yapamayıp, ama üşendiğinden de dışarı çıkamayıp isabetsizce televizyon izlemek gibi...Yaz hiç gelmeyecekmiş, zil hiç çalmayacakmış, alacağının üstüne yatılacakmış gibi...Üç günlük zeytinyağlı pırasayı yemek gibi sevmediğin işi yapmak, sevmediğin birine gülümsemek gibi...

Kendiliğinden, Öylece...

     Hep merak etmişimdir, bütün kadınların çok güzel olduğu bi' yerde çok güzel olmak nası' bi' duygu diye...Türkiye'de çok güzel kadın olmak müthiş bi' duygu olsa gerek... Çoğu kadının ''anca idare ettiği'' bi' coğrafyada sülün gibi gezinebilmek...Mağazada, restoranda, sokakta, işte veya okulda sana çevrilmiş bi' yığın göz...Seçilmek, ayırt edilmek, beğenilmek, hayran olunmak, yerine göre kayırılmak hatta...
     Peki ya Rusya da?..Venezuela'da?..Sen çok güzelsin ama, komşun da çok güzel...Tezgahtar güzel, garson güzel, yan masadaki kız, iş arkadaşın, bankadaki kadın da öyle...
     Ya da herkesin çok iyi dansettiği bi' yerde iyi bi' dansçı olmak, dahilerle dolu bi' sınıfta dahi olmak?..

     Galiba asıl istediğimiz özel olmak...Sevilmek, seçilmek, tercih edilmek. Birileri için vazgeçilmez olabilmek. Ne mutlu buna erişmek için çok güzel, çok yetenekli ya da çok zeki olmak zorunda kalmayanlara!..Kendiliğinden, öylece sevilip seçilenlere ne mutlu...

Bilen Adam

Belediye otobüsünde birine adres sorarsın bazen...O da zaten seninle aynı durakta ineceğini söyler. Başka hiçbi' açıklama yapmaz, çünkü böyle çok mutludur. Sen bilmiyosundur ,ama o biliyodur. Hazzını gözlerinden okuyabilirsin. Kalan dakikalar stres yüklüdür senin için. Adam kıçını şöyle hafifçe bi' kaldırıp olduğu yerde doğrulsa,''acaba burda mi incez'' diye bi' heyecan bi' heyecan sende...Öyle ya, zamanında kalkmalı ve kalabalığı yararak kapıya ulaşmalısındır. Ama boşunadır paniğin. Kalkmaz adam...Çekinerek kaç durak sonra ineceğinizi sorarsın. Söylemez. ''Daaa var''dan başka bi'şey çıkmaz ağzından. Üzerindeki dikkatinden öyle memnundur ki, bu ilgi sonsuza kadar sürsün,hiç dağılmasın ister sanki...

Uykusuzken

Geceli gündüzlü çalıştığım dördüncü günde, sırf uyanık kalmak için internette gezinirken gözüme çarptı:''bebekler ayaklarıyla tat alır''...Beynim çoktan süngerleştiğinden olsa gerek, hiç şaşırmadım. İlginç buldum sadece...Bebekleri o kadar sevdiğim halde nasıl olup da bunu daha önce farkedemediğime hayret ettim. Daha başlığın altını okumadan yeğenimin,kuzenlerimin çocuklarının bebekliklerine doğru yol alıp anılardaki tüm verileri gözden geçirdim. Çıplak, minik ayakları hala gözümün önündeydi. Ne kadar şirin ve duyarlı olduklarını hatırlıyordum ama ayaklarıyla tat aldıklarına dair hiçbi' bulgu yoktu zihnimde. Son bi' gayretle ekranda birbirine karışarak gittikçe belirsizleşen satırlara yönelttim bakışlarımı:''kelebekler ayaklarıyla tat alır''...

Mantıcıda...

Üç "tiki" kızdan yarımşar porsiyon sipariş alan mantıcı kadın bana seslendi; "size yine birbuçuk mu atalım?"...Kızlar bana baktı, ben yere baktım; "bir olsun" dedim...

Yalnızlık?

Sesimden tanıyıp yemeğimle birlikte özel yapım kepek ekmeği gönderen lokantacı var...İki hafta gitmesem sokakta sıkıştırıp hesap soran terzi, adımı bilmese de bahar nezlemi yakından takip eden simitçi, rejim yapmama kızan marketçi, her gün ''n'aber Pelin!'' diye kapımı açan Deli Osman var... Telefonumda ''MutfakKamil'' kod adıyla kayıtlı mutfakcı var sonra, annemin mutfakcısı, günde en az iki kez konuştuğum...Bi' de ''yalnızım'' diyorum...Töbe...Allah çarpar...

Pansiyonda

Yaşlı kadın, minicik yavaş adımlarıyla odasına çıkıp, dakikalar sonra arkadaşı için aldığı hediyeyi arkasında saklayarak, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle geri geldi. Aynı gülümseme diğer yaşlı kadına da bulaştı; "mahcup ettiniz beni" dedi, parlak kağıdı yırtmaya çalışırken. Önümde duran mantı dolu tabakta aradığım mutluluk o an için başka bi' masadaydı ama olsun, yine de yedim ben mantımı...

Kibritçi Kız

İçimde küçücük bi' "Kibritçi Kız" var benim, kibritleri bitmeyen... Yine yaktım bi' kibrit, en güzel hayalleri parlattım rengarenk...Yanıma yakışmış gibi, fırtınam yatışmış gibi, huzura karışmış gibi...Sönerse mi?.. Sönsün...Bi' daha yakarım...

Türkiye'li Erkek

     
Güç, beceri, zeka gerektiren konulardaTürkiye'li erkekten yardım iste...Ama yetersiz kaldığını da özellikle belirt. Bak nası' yürüyo işlerin. "Uzanamıyorum, açamıyorum, yapamıyorum, alamıyorum" de. Hiç tanımadığın adamın burnuna anahtarı uzat mesela, "siz arabamı şuraya parkedebilir misiniz acaba? Ben beceremedim de" de, gör bak nasıl da nazik, sevecen, mutlu bi' şekilde alacak komutunu. Benzer durumda teşekkür edip "ben teşekkür ederim" cevabı almışlığım var. Ama aynı adamla trafikte azıcık karşı karşıya gel, mesela hakkın olan yolu verme, seni ölüme bile gönderir, kılı kıpırdamaz. İlişkilerde de böyle bu. Bu ülkenin kadınıysan eğer, mümkünse güçlü olma. Güçlüysen de sır gibi sakla ki, hakettiğin ilgi ve sevgiyi görebilesin. 68 yaşındaki bi' kız arkadaşımın da dediği gibi; aşkta kazanmak istiyosan, "erkekten iste"...Ha, bunları yazdımsa sizin için yazdım kızlar... Yoksa ben süper jetli aşırı mükemmel uzay manitası buldum biliyosunuz... Bana göre hava hoş...

Uzaylılar, hey!..

Sen, ''uzaylılar'', hiç üşenme,kalk zamanın kör evvelinde dünyaya gel; maden rezervlerini boşaltmak için çalışmaya üşen, sırf işçi olsun diye maymuna kendi genlerini katıp insanı yarat !.. Yetmedi, daha afyonu patlamamış insancıklara bunu anlat, kendini tanrı/tanrılar olarak tanıt; ondan sonra da garibim Sümerliler anladıkları kadarıyla ve dilleri döndüğünce bunları yazıp çizip alemi kendilerine güldürsünler!..Ordan da kulaktan kulağa, suyunun suyu, yok efendim Mısır Destanı, Yok efendim Hint Destanı; olmadı kutsal kitaplar derken bugüne kadar ulaş, kafamızı karıştır, üç kuruşluk aklımızı başımızdan al!..''Uzaylılar'', sana sesleniyorum; yatacak yerin yok ulen!..

Huzur

Huzur kendi içinde olacak, oraya bak...Baktın, bulamadınsa, ne başka bi' yerde, ne de başka birindedir, arama hiç...Sonra bi' ara yine bak kendi içine... Yine mi yok?..E yok demek ki...

My Best Wishes

Dini bayramlar kaldırılsın ama anma amaçlı tatiller devam etsin. Et hayvanlardan değil, işte ne biliyim, başka bi' şekilde elde edilsin; hayvan öldürüp yemiyelim ama kebap yemeye devam edebilelim. Kimse benim dedikodumu yapmasın ama sakın dedikodu kalkmasın, ben yapmaya devam edebileyim. Şimdiye kadar hep Ruslar ve bazı Avrupa ırkları güzel kabul edildi, bundan sonra ortadoğu kadınları güzel sayılsın. Hükümet değişsin diyoruz da, kimle, neyle değişsin? İşte bizim bunları başarabilecek kadrolara ihtiyacımız var. Ha, bi' de feysbuk'tan bizi dürten tanımadığımız adamlar ölsün ve kadınlar da dar yerlere büyük arabaları en fazla iki hamlede parkedebilsinler...
MIZIKÇI

Yaşamaksa bu, geceler boyu
Delidolu düşler bin parça
Hayalle avunmak kalbimin huyu
Tatlı yalanlar limanında

İçimde bi’ boşluk, sanki dipsiz kuyu
Kendime yalanlar söylerken
Aldığım onca yol bir arpa boyu
Kaçamıyorum ben, ah, benden

Unutulmuyor, avunulmuyor
Nereye kadar, sonu gelmiyor

Olmaz, olmaz, yok, saymam, sayılmaz
Kimse beni zorla oynatamaz
Seçmediğim bir oyunsa hayat
Bana kurallar koyamaz

Susmaz kalbim, isyanım durulmaz
Kimse beni zorla oynatamaz
Seçmediğim bir oyunsa hayat
Koşsa da beni yakalayamaz

Anlamak çok zor, yok ki bir yolu
Sora sora bulmaktan başka
Yanmadan sevmek bu kadar zor mu

Acıtmayan aşk bulun bana

Babanın Ölmesi

Neden başkalarının değil de senin babanın öldüğünü birtürlü anlayamadığın,hatta belli belirsiz arkadaşlarının babalarının hala yaşıyor olmasına içerlediğin durumdur. Yaşın da pek fazla değilse eğer, babanın nereye gittiğini bir türlü anlayamazsın. Ne kutsal kitaplarda vardır cevabı, ne din bilgisi öğretmeninde, ne de komşu teyzelerde...Son çare rüyalarda babanın kendisine sormaktır. Başlarsın uykunda iz sürmeye... Bulup hesabını sormak istersin bu acımasız terkedişin. Öfkeyle kovalarsın onu...Sen koşarsın delice,o ağır ağır yürür her zamanki gibi...Yakalayamazsın...