13 Ekim 2015 Salı

Alez

     Botoks ilacım(!) yavaş yavaş cildimin altına yayılırken, yüzümdeki kızarıklıklara aldırmadan Nişantaşı'nda yürümeye devam ettim. Sonuçta, acı ve keder ne kadar büyük olursa olsun, "bizim ev"de yaşanmadığı sürece, biraz buruk da olsa hayat bi' şekilde akar giderdi. Öğretilmemiş bi' kural gibiydi bu,  hepimizin uyduğu...
     Buluttan nem kapıp daha da kabardığını vitrin camından gördüğüm saçlarımı iki elimle bastırarak -sözde- yatıştırmaya çalışırken, aniden durmak zorunda kaldım. Tam önümde duran Jaguar'ın açık penceresinden burnuma dolan parfüm kokusunu içime çektim. Sarı saçlı yaşlı kadın iki eliyle direksiyona vurarak "geri zekalı" diye haykırdı ticari aracın şöförüne. Beden diliyle bi' süre uzaktan uzağa dövüştükten sonra ilerlediler. Nihayet karşıya geçip en ucuz elbisesi üçbin lira olan abiye dükkanına girdim. Etrafına üşüştükleri leopar desenli yağmur çizmesi giymiş türbanlı kadın o kadar iyi bi' müşteriydi ki, benim farkıma bile varmadılar. Kimbilir  kaçıncı defa bütün elbiseleri inceleyip, tezgahtara tek bi' soru bile sormadan çıktım.
     Ev tekstili satan şık bi' mağazaya girip "yastık alezi" sordum. Tabii ki üzgündüm, üzgündük... Biraz öfkeli, biraz endişeli... Ama bütün bunlar yepyeni yastıklarımı "alezlere" tıkmama engel değildi. "Poff, olamaz"dı... Bitmiş miydi?!.. Neyse... Demek bu tuhaf şeyin benden başka meraklıları da vardı.
     Yine sokaktaydım. Bi' süre amaçsızca yürüdükten sonra ilk mağazaya girip soluğu aynanın önünde aldım. Kızarıklıklar geçmemiş, üstelik iğne yerleri de şişmişti. Yüzümü incelerken dibimde biten "feminen" tezgahtara nasıl bi' pantolon aradığımı tek nefeste anlattım. Hatlarımı belli edecek kadar sarmamalı ama bol da olmamalıydı. Klasik görüntüsü vermeli ama spor ayakkabıyla da giyilebilmeliydi. Üstelik kış renklerinin de hiçbirine razı değildim. Asla siyah, kahve, haki, lacivert olmamalıydı ama, ne renk olması gerektiğini de bilmiyordum. Bi' süre susup birbirimize baktık. Sonra kıvrak bi' hamleyle standa doğru atılıp onu takip etmemi istedi. Gösterdiği hardal sarısı pantolonu elimde evirip çevirdikten sonra sırf ayıp olmasın diye fiyatını sordum. Söyledi, düşüneceğimi söyleyerek teşekkür ettim. Ve yine sokaktaydım...
     Kafamda binbir düşünceyle kumaşçıların bulunduğu sokağa girdim. Pekâlâ buralarda da patlayabilirdi bi' bomba. Osmanbey metrosuna yakın sayılırdım. Uzun süredir metroya binmiyordum ama, acaba yakınından da mı geçmemeliydim?.. Ne kıymetli canım vardı benim... Renk renk payetli kumaşların iç içe sergilendiği vitrinin önünde durduğumda, pasaj kapısında ayaküstü sohbet eden esnafa kulak misafiri oldum. Tabii ki "hükümet yapmıştı, onların işiydi"... Ne?!.."Yok canım, daha neler"di... PKK'dan başkası olamazdı... IŞİD mi?... O da olabilirdi tabii... "Ama var ya", kalıbını basardı ki, hükümet yapmadıysa bile göz yummuştu, haberdardı... Yok yok... "Ooha be kardeşim"di...
     Aniden kumaşların ilgimi çekmediğini farkettim. Zaten niye girmiştim ki o sokağa?.. Eve gitmeliydim... Eve gidip haber izlemeliydim. Aynı görüntüleri, aynı cümleleri tekrar tekrar yaşatmalıydım zihnimde. Hergün konuştuğum arkadaşlarımı arayıp esnafın yaptığı muhabbetin aynısını yapmalıydım onlarla. Uzaklaşmaya çalışmak işe yaramamıştı. Dahil oldukça başetmek daha kolay olurdu belki, kimbilir...
     Hızlı adımlarla eve yöneldim. Ah!.. Kahve makinesi bakacaktım ben hani?.. Geri mi dönseydim?.. Yok... Saçma bi' fikirdi zaten... Aslında her şey, her şey o kadar saçmaydı ki...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder