13 Aralık 2013 Cuma

Hürmüs Teyzem

                                                                    SİNCAN

      ''O kadar kanıksamıştım ki Hürmüs Teyzemin boncuklu tülbentini... Bana göre tuhaf olan annemin bigudiyle sarılmış saçlarıydı...'''
   
     Hürmüs Teyzem  sabahları bize geldiğinde burka gibi kullandığı dev yün şalını çıkarır, evde pazen şalvarı, yeleği ve boncuklu tülbentiyle dolaşırdı. Abimle beni uzun uzun sevdikten sonra usta hamlelerle evi toplar, sonra mutfağa girer, annemin akşamdan hazırlamış olduğu yemeği çoğu kez beğenmez, bize ''cızlama'' pişirirdi. ''Yi'n uşa'm, yi'n'' derdi... Bulgar göçmeniydi Hürmüs Teyzem...
     Ben altı aylıkken almıştı beni... ''Almıştı'' diyorum, çünkü bakıcı demeye dilim varmıyor. Maaşla çalışıyor olsa da, aslında çekirdek ailenin bir ferdiydi. Annemle babam ondan çekinir, sözünden çıkmazlardı. Onlara da ''uşacı'm'' derdi... Gerekli gördüğünde bizimle ilgili direktifler verir, hatta bazen azarlardı... O yokken çıkılan akşam yemeklerinde, sanki bizimleymiş gibi onun yemek siparişi de verilir, paket yaptırılıp eve getirilirdi.
     Hürmüs Teyzemin evine gittiği akşamlardan ve hafta sonlarından  nefret ederdim. O yıllarda annem, benim için onun yokluğunda razı olduğum  ikinci bir seçenekti yalnızca. Zavallı kadın akşamları işten geldiğinde sevineceğime ağlamaya başlıyor; ''Sen git dedemin(!) ol, Hürmüs Teyzem gelsin, babamın olsun'' diye acımasızca haykırıyordum. ''Dedem'' dediğim kişi, Hürmüs Teyzemin kocasıydı...
     Çoğu kez çılgın isyanlarımla başedilemez ve onunla birlikte gitmeme izin verilirdi. Tanrım, ne huzurlu anlardı onlar. Elimden tutması, birlikte istasyona yürümemiz... Beklerken beni yün atkısının altına alması... Simit ve demir kokusu... Tren düdüğü... Ve Sincan... Asıl yuvam gibi hissettiğim iki katlı, bahçeli ev... Kollarını iki yana açmış, sevinçle beni bekleyen ''dedem''... Makyaj malzemelerini karıştırıp topuklu terliklerini giymeye bayıldığım Remziye Ablam... Hürmüs Teyzemin kızı... Yer sofrası, yün patik, turşu ve Bulgar rakısının mayhoş kokusu... İşte doktorlarımın var olmadığını iddia ettikleri ''mutlak mutluluk''...


                                
                                                     
                                               
                                                    EVREŞE YOLLARI DAR

     Güzel havalarda Hürmüs Teyzem ve ben, komşu teyzelerle birlikte bahçede otururduk. Çaylar, pastalar yapılır, sohbet edilirdi. Çok iyi anlamasam da ilgiyle dinlerdim onları...
     Yine böyle bir günde, kıkırdaşmalar ve ironik gülümseyişler eşliğinde, lojman bahçelerindeki ağaçları budayan bahçıvandan bahsedildiğini farkettim. Dikkat kesildim... Neler döndüğünü anlamalıydım, çünkü konu Hürmüs Teyzemle ilgiliydi. Herkes ona bakarak gülüyordu. Bütün huzurum kaçmıştı...
     Yıllar sonra anladığım kadarıyla, bahçıvanla Hürmüs Teyzem arasında geçebilecek olası bir aşk hikayesi kurgulanmıştı ve kadınlar bu konu üzerinden şakalaşarak eğleniyorlardı. Bense, yarım yamalak anladığım kadarıyla olayı ciddiye almış ve paniğe kapılmıştım. Onu dedem(!) adına mı kıskanıyordum, kendi adıma mı bilinmez, delice öfkelenmiştim. Sanırım asıl korktuğum, kadınların şakalarında ima ettikleri gibi, bahçıvanın onu alıp çok uzaklara kaçırmasıydı. Başörtüsünü ve şalvarını çekiştirerek ağlamaya başladım. Kahkahalar daha da yükselmişti. Hürmüs Teyzem beni kucağına alıp sarıldı : ''Yok uşa'cım yok... Gider miyim hiç onla ben... Zaten peşime düşünce dedim ona...''... Merakla sordum; ''ne dedin?...''
     Hürmüs Teyzem cevabını oynak sesiyle söylediği türküyle verdi : ''Evreşe yolları dar, dar... Bana bakma benim yarim var!''...
     Kadınlar hep bir ağızdan söylemeye başladılar... Türkü arada bir kahkahalarla kesiliyor, sonra yine başlıyordu. Ben de gülüyordum... Mutluydum...





                                                                MEVLİT


     On yaşıma bastığım 1984 yılında, Hürmüs Teyzemin yüksek tansiyon hastalığı tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Kocası ve kızı artık çalışmasına izin vermiyorlardı. Hayatımın ilk buhranlı dönemini işte o yıl yaşamaya başladım. Bir gün, okulda tüm gücümü toplayarak öğretmenimin yanına gittim, ve ağlamamaya çalışarak kulağına ''Biliyo musunuz, Hürmüs Teyzem bizi bıraktı'' dedim. Ne umuyordum hatırlamıyorum. Hürmüs Teyzemi geri getirmesini mi, ağlayarak bana sarılmasını mı, içimdeki kederi azarlayarak kovalamasını mı... Yanağımı okşayarak yerime oturmamı söyledi yalnızca... Oturdum...
     Hürmüs Teyzem de benden geri kalmıyordu. Haftada bir-iki kez kaçıp geliyor, bizi seviyor, evi toparlıyor ve geri dönüyordu. Akşam evi derli toplu bulan annem hüzünle soruyordu : ''Hürmüs Teyzeniz mi geldi?..''
 
     On yaşım henüz bitmedi... Yine Sincan'da, Hürmüs Teyzemlerdeyim. Fakat bu kez annem ve babam da var. Dakikalardır gözümü amaçsızca dikmiş olduğum yün patikli ayak yarı kalkarak altından bir karıncanın geçmesine izin veriyor. Dolaptan çıkarılmış bembeyaz, boncuk işlemeli tülbentler başı açık kadın misafirlere dağıtılıyor. Birini de anneme veriyorlar. Babamı ağlarken gördüğüm nadir anlardan biri bu... Nasıl yani?.. Ölmek de ne demek?.. Onu bir daha göremeyecek miyim?.. Ama hayatta bu kadar kötü bi' şey olamaz ki... Bi' açıklaması olmalı... Kalabalığın toplandığı üst kattan, görümcesinin evinden çıkıyor ve aşağıya, Hürmüs Teyzeme iniyorum. Boş evin kapısını açıp usulca sesleniyorum içeriye : ''Hürmüs Teyze... Hürmüs Teyze..''




   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder